Ön Söz

Bu yazıyı sitesinde yayınlayarak düşüncelerimin ve çalışmalarımın yaygınlaşmasına katkıda bulunan ve bu yazıyı yazma fikrimin oluşmasında katkısı olan Kıymetli tarih öğretmenim  Serdar BAYRAK’a teşekkür ederim.

Yirmi birinci Yüzyıl bilimsel gelişmelerin arttığı ve teknolojinin üstsel olarak çok hızlı bir biçimde ilerlediği bir yüzyıldır. Coğrafyaları çizecek ve insanoğlunun uygarlık seviyesini belirleyecek olan etmenler teknoloji ve bilimdir ve böyle de olmaya devam edecektir. Teknolojiyi yerli ve milli imkanlarla geliştirmenin ve Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyet seviyesini aşmanın ancak bilimsel düşünerek ülkemizin tarihine, tarihi şahsiyetlerine ve biyo çeşitliliğine sahip çıkıp, aklı rehber edinerek olabileceğini unutmamak gerekir. Unutmayın, Atatürk bize sadece aklı ve cumhuriyetini miras bırakmıştır. Biz Türk gençleri, bu bilince göre hareket ederek ülkemizi her alanda müreffeh bir devlet haline getirmeliyiz. Bundan yüz sene evvel Başkomutan, yaptığı inkılaplarla ve içinde bulunduğu olaylar karşısında gösterdiği bilimsel düşünebilme yeteneği ile bizlere örnek olmuştur. Bizlere düşen Türk genci olarak Atamızın eylemlerini tahlil edip kendimize aklı rehber edinerek onun açtığı yoldan gitmektir. Unutmayınız ki “Tarih değil hatalar tekerrür etmektedir.” Tarihimize bakıp hatalarımızdan ders çıkarıp geleceğimizi sağlam temellere dayandırarak kurmamız gerekmektedir. Belli bir noktaya bağlı kalmadan, skaler olmadan yaşadığımız yüzyılın getirdiklerine uygun olarak yaşamak ve bir sonraki yüzyılı düşünerek hareket etmek, her Türk gencinin atasına borcudur. “Mevcut olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

Araştırmalarımda kaynak olarak sıkça yaralandığım, Atatürk’ün sözlerini bir araya getirerek kıymetli bir çalışma sergilemiş ve makale yazmış olan Ali Rıza ERDEM’ e teşekkür ederim.

Makalemi gramatik olarak düzenleyen ve çalışmamın editörü edebiyat öğretmeni Bengül YAZARKAN’a bu çalışmamda da bana destek olduğu için teşekkür ederim.

                                                                                                                                   Deha KAYKI

Giriş

Bilimsel düşünebilme yeteneğini ve bilimi anlamak günümüz Türkiye’sinde dahi tam olarak pek çokları tarafından anlaşılabilmiş bir kavram değildir. Şahsi görüşüm, bir toplumun gelişmişlik düzeyini belirleyen temel olgu, bilimsel düşünebilme yeteneğinde muvaffak olabilmesidir. İşte Mustafa Kemal Atatürk bundan 100 sene evvel bilimsel düşünebilmiş ve bilimsel düşüncenin gelişeceği bir ortam yaratma hususunda çalışmıştır Atatürk’ün de dediği gibi “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Mustafa Kemal 20. Yüzyılda yetişmiş en saygın siyasetçilerden biridir. Yaptıklarıyla tüm dünya milletlerince saygı duyulan bir isim haline gelmiştir. Bu saygınlığını ise herkesin malumu olan siyasi ve askeri dehası ile reformcu şahsiyeti ile kazanmıştır. Ancak ona göre Türkiye’nin çağdaşlaşması sadece büyük zaferler kazanılarak sağlanamazdı. Türk toplumunu tüm alanlarda egemen kılmak, yeniden canlandırmak akılcılığın ve bilimin yolundan geçmektedir. Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müsbet ilimdir”. Bu sözden de anlaşılacağı gibi Türk milletinin uygarlık yolunda ilerleyebilmesinin akılcı ve bilimsel bir düşünce sistemiyle sağlanabileceğini açıkça belirtmiştir. Bu yazının amacı, Mustafa Kemal Atatürk’ün bilime karşı bakış açısı, Türkiye’ de bilimsel bakış açısını geliştirmek ve Türkiye’yi çağdaşlaştırmak adına attığı adımların değerlendirmesinde bulunmaktır.

Atatürk’ün İfadelerinde Bilime, Çağdaşlaşmaya ve Bilimsel Düşünceye Bakışı

Mustafa Kemal Atatürk, yaşamının her safhasında eleştirel bir bakış açısıyla dünyayı anlamayı hedeflemiştir. Ben askeri deha falan bilmiyorum. Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman benim yaptığım şudur: Vaziyeti iyice tespit etmek. Sonra bu vaziyet karsısında alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek… (Mustafa Kemal Atatürk, Aktaran: Kocatürk, 1996:340)

Görüldüğü gibi Atatürk içinde bulunduğu vaziyeti iyi tahlil edebilen ve bu vaziyete göre manevra kazanabilen bir liderdir. Bu özelliği çok önemlidir çünkü değişken durumlarda içinde bulunduğu vaziyete göre karar verebilmek sadece büyük liderlerde olan bir özelliktir. Bu da Atatürk’ün bilimsel olarak düşünebildiğinin bir kanıtı niteliğindedir.

Kendisinin “…En büyük gerçekler ve ilerlemeler, düşüncelerin serbestçe ortaya konması tartışılması ile ortaya çıkar ve yükselir…” ifadesinden bu konu hakkındaki düşüncesini açıkça anlayabiliriz. Atatürk için bilim değişkendir ve bir yol göstericidir. Topluma, gerçekçi ve çağdaş dünyaya entegre olunmasını ve dünyadaki gelişmelerden bir haber var olunamayacağını güçlü bir anlatımla aktarmıştır.

Bursa’da 1922 yılında yaptığı konuşmanın devamında kendisini dinleyen öğretmenlere şöyle seslenir: “…Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz – Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız… Bilâkis müterakki, mütereddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız, ilim ve fen için kayıt ve şart yoktur …”Görüldüğü gibi bir ülkenin kalkınmasının fabrika, yol, sağlık, imar faaliyetlerinden öte ancak bilim yoluyla olacağını ifade etmiştir.

Çağdaş dünyayı yakalamanın tek yönteminin ise bilim olduğunu vurgulamıştır. Aynı zamanda bilimin milletin her ferdine ayrıt etmeksizin öğretilmesi gerektiğine yaptığı vurgu da çok açıktır. Atatürk, 24 Ağustos 1925’te Kastamonu’da halka yaptığı bir konuşmada ise medeni toplumlar içerisinde yer almanın gerekliliğini şöyle ifade etmiştir: “…Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yok eder. Uygar olmayan insanlar ve toplumlar, daima uygar olanların altında kalmaya mahkûm olacaklardır…” Dünyadaki medeniyeti yakalamanın ve bu seviyenin üzerine çıkmanın Atatürk’ün düşünce sisteminin önemli bir parçası olduğunu bu konuşmalarından görebilmekteyiz.

1932 yılında yaptığı bir konuşmada ise bilimin nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerini şöyle ifade etmiştir. “…İlim tercüme ile olmaz, ilim tetkikle olur…” Bu konuşma kesitlerinden anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal Atatürk, bilimsel ve akılcı düşünceyi toplumun her safhasında egemen hale getirmek istemektedir ve bu konuda adımlar da atacaktır.

Cumhuriyetin kalıcılığının yalnız cumhuriyeti, devletin resmi rejimi haline getirilmesiyle sağlanamayacağını aynı zamanda cumhuriyetçi düşünce yapısının her bireyde benimsenmesinin akılcılık ve bilimsel düşünceye sahip olarak sağlanacağını Atatürk çok iyi bilmekteydi ve onun şu ifadesi de buna bir örnek niteliğindedir. “Cumhuriyet, düşünceli, bilgili, kültürlü, sağlam vücutlu ve karakterli koruyucular ister.” Devlet ve toplum önce sorunları belirlemeli ve bunları demokrasinin yani özgür düşünce ortamının sağlandığı bir ortamda tartışmalı, devamında ise bilimin yöntemlerine uygun bir biçimde bu sorunlara çözümler bulmalıdır. Bu özgür düşünce ortamını sağlayabilmek için devlet; kurumlar kurmalı, eğitime önem vermeli, hukuki ve sosyal açıdan devleti geliştirmeli ve devamında ekonomik refahı arttırmalıdır.

Felsefenin Antik Yunanda oluşmasının farklı nedenleri vardır ama bunlardan en önemlileri ekonomik refah ve özgür düşünce ortamıdır. Atatürk de   bu gerekliliklere sahip olunmadan sorgulayıcı ve bilimsel bir bakış açısının oluşmayacağını bilmektedir. “Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimiz, fakat asla ödün vermediğimiz akıl ve ilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.

Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilim rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.” Atatürk bu sözünde bilimsel düşüncenin değişkenliğine ve yıllarca geleneksel kurallara bağlı kalınarak bir devletin yönetilemeyeceğini vurgulamıştır. Gerçekten de Atatürk arkasında dogma ve körü körüne bağlı kalınacak yasalar bırakmamış. Bunun yerine her zaman bilimin rehber alınmasını her fırsatta nasihat etmiştir.

Atatürk Türkiye’nin çağdaşlaşmasının ve müreffeh bir devlet haline gelmesinin temel kaidesinin ilim ve fen yolunda ilerlemek olduğunun altını şu sözleri ile çizmiştir: “Milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikir terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır.” Atatürk geleceğin dünyasında statik olunarak, dünyadan bir haber şekilde var olunamayacağını ve Türk milletinin her bir kuşağının elindekileri bir ileri safhaya taşıyarak gelişeceğini bunu da teknoloji çağına ayak uydurarak yapılması gerektiğini yaptığı bir konuşmasında, “Her yeni yetişen kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse o zaman, ancak o zaman gelecek nesiller birbirinden kademe kademe yüksek seviyede bir yükselme grafiği meydana getirebilir ki; insanlığın ilerlemesinin amacı da budur.” İfadesinde  rahatlıkla görebilmekteyiz. Atatürk milli mücadeleyi kazandıktan sonra “Asıl işimiz şimdi başlıyor!” sözüyle cehaletle yapılan savaşın asıl şimdi başlayacağını ve aslında milli mücadelenin ikinci aşamasının başladığını ifade etmektedir.

Atatürk’ün evrensel niteliklerinden biri de onun bir “çağdaşlaşma lideri” olmasıdır. Dünyada herhangi bir toplumda bu kadar kısa sürede bir atılım kanaatimce görülmemiştir. Elbette, Atatürk bu atılımı ve laikleşme hamlelerini uzun süreli planlarının nihayeti olarak uygulamıştır. Büyük liderlerin genelinde görülen özellik onda da mevcuttur. Büyük liderler daha iktidarı ele geçirmeden yapacakları ile alakalı fikirleri uzun soluklu bir biçimde tasarlar ve tüm hayatlarını bu ideallerini geliştirmek üzere harcarlar. İşte Atatürk’ün ideali de çağdaş bilimin yolunda giden ve muasır medeniyetler seviyesine gelmiş laik bir Türk toplumu yaratmaktır. Kısaca onun hayatına baktığınızda milletine adanmış bir ömür görürüsünüz. (Erdem,2014)

Atatürk’e göre Türk milletini çağdaş bir hale getirmenin iki önemli yolu vardır. Bunlardan biri gelenekçi ve bilimin değişkenliğine uymayan skaler bir yapıdan uzak durarak çağdaş kurum ve kuruluşlar meydana getirmektir. Bir diğeri ise elbette bilimsel yöntemlere dayanan, dünyaca kabul görmüş ölçü ve standartlarda bir eğitim sistemi inşa etmektir. Bir sonraki bölümde Atatürk’ün eğitimi bilimselleştirmek ve geliştirmek için yaptığı inkılap ve faaliyetlerinden ayrıca bizatihi olarak aktardığı sözlerinden bahsedeceğim.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Milli Eğitimi Bilimselleştirmesi, Türkçeyi Bilim Dili Yapması ve Harf İnkılâbı

Büyük lider biliyordu ki yeni kurulan cumhuriyetin sadece ekonomi, kamusal ya da idari ve benzeri alanlarda kalkınması gerekmiyordu aynı zamanda dünya standartlarının üzerinde çağdaş, modern ve bilimsel bir eğitimde gerekliydi hatta bu genç cumhuriyetin kalkınmasının temel taşı da eğitim olacaktır. Mustafa Kemal eğitimi bilimselleştirmeye öncelikle sadeleştirilmiş milli bir alfabe ile başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde alfabenin ıslahı ve değiştirilmesi üzerine tartışmalar yaşanmıştır. Enver Paşa tarafından benimsenen harflerin ayrık yazılması ilkesi ise orduda denenmeye çalışılmıştır ancak 1. Dünya savaşının yarattığı çevrede bu uygulama kalıcılığı sağlayamamıştır.

Osmanlı devletinin yıkılmasıyla kurulan genç cumhuriyette Mustafa Kemal Atatürk eğitimin bilimselleştirilmesi ve tüm ülkede dilin kolay, anlaşılır ve sade olabilmesi için hızlı bir seferberlik başlatmıştır. Artık yeni alfabe Latin esaslı Türk alfabesi olmuştur. Elbette ki inkılabın sebepleri vardı: Arap harfleri, Arap fonetiğine, Arap hançeresine (gırtlak yapısına) göre tanzim edilmiş olduğundan bunların telaffuzları öz Türkçenin fonetiğine gırtlak yapısına uygun değildi Ayrıca Arap harfleri mevcut yapısı ile öz Türkçe söyleyiş esasına da uygun değildi. Bunların yanında Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Konuşulduğu gibi yazılamıyor, yazıldığı gibi okunamıyor idi. Arap alfabesinin yaygın olduğu Osmanlı ve savaştan çıkılan cumhuriyetin ilk yıllarında alfabede eserlerin ve okumanın zorluğu sebebiyle okuma yazma oranlarındaki düşüklük dikkat çekmektedir tabi ki bu olay eğitimi derinden etkilemektedir okuma yazma öğrenme seviyesine gelemeyen ve okullarını doldurmayan bir toplum ilim, teknik ve fende ilerlemiş çağdaşlaşmış Avrupa’ya nasıl yetişebilirdi?  Hüseyin Cahit Yalçın harf inkılabı ile ilgili ifadelerinde bütün Türk basınının bastıkları gazetelerin toplamının, Avrupa’daki bir kent merkezinde basılan bir tek gazete sayısından daha az olduğunu söylemiştir daha birçok farklı ifade ve dönemin yapısı incelendiğinde edebiyatında seçkin bir zümreye hitap ettiğini pek İstanbul dışına çıkamadığını ancak milli edebiyat dönemiyle Anadolu köylüsünce bilinir hale geldiğini görebiliriz durum bilimsel çalışmalarda ve üretilen eserlerde ise daha az yaygın haldedir. Maalesef edebi ya da bilimsel üretim Arap alfabesinin kullanıldığı dönemde bir hayli azdır ve çağdaş dünyadan bu konuda geride olduğumuzda ortadadır.

Zaten bilimsel, akademik ya da edebi üretimin olamadığı bir ülkeyi çağdaşlaştırabilmek mümkün müdür?  Mustafa Kemal elbette Arapçanın halk içerisinde öğrenilmesinin zorluğunun ve halkın okuma yazma oranının düşüklüğünün farkındadır bunun içinde Batı esaslı Latin alfabesine geçilerek eğitimin bilimselleştirme ve yaygınlaştırılmasına ilişkin büyük bir adım atmıştır. Atatürk ayrıca çok önemli bir şeyi daha fark eden ilk kişilerden biridir. Türkçe, ekler aracılığıyla sözcük türetmeye elverişli bir dildir. Bu yönüyle Latinceye benzemektedir. Bu sebeplerdendir ki Türkçe bilim dili olmaya bir hayli uygundur. Atatürk bu durumu fark ettikten sonra askerlik, fen ve geometri terimlerini dilimiz sağladığı kolaylıkla beraber Türkçeleştirmiştir.  Atatürk 13 Kasım 1937’de Sivas Lisesi’nde derse girdi ve bir kız öğrencinin geometri (hendese) dersini dinlemeye başladı; ancak öğrenci ders anlatırken sıkıntı çekiyordu. Öğrencinin sıkıntısı ise özellikle açı, paralel, üçgen, eşkenar ve benzerlik gibi geometriye ait terimlerin Arapça olması ve Arapça bilmeyen öğrencinin kendini rahat bir biçimde ifade edemiyor ve bu kavramları açıklayamıyor olmasıydı. Atatürk bu duruma bir hayli üzülmüş ve öğrencilerin sıkıntı çekmelerine dayanamamıştır ve o sırada “Bu anlaşılmaz Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez.” diyerek uyarıda bulunmuştur devamında kara tahtanın önüne geçerek “zaviye” yerine “açı”, “dılın” yerine “kenar” ve “müselles” yerine “üçgen” sözcüğünü kullandı. Bu olayın sıcaklıyla Ankara’ya döner dönmez “Geometri Kılavuzu” isimli kitabı yazmaya başladı ve bu kitabı kısa sürede bitirdi. Atatürk bu kitabı yazarken amacı hem örnek olmak hem de Türkçenin bir bilim dili olarak kullanılmasını yaygınlaştırmak olmuştur. Bu kitap 1937’de yazar adı gösterilmeden Milli Eğitim Bakanlığı’nca bastırıldı. (Cunbur, 1981; Ülker, 2003; Atmaca, 2004; Özata; 2007; Sinanoğlu, 2007).  Buradan da rahatlıkla vakıf olunabilir ki Atatürk Türk diline önem vermiş ve bir bilim dili olması için kendini bu alanda çalışamaya adamıştır.

Eğitimin bilimselleşmesi için ilk olarak dili bilimselleştirmiş ve okullardaki okuma oranını arttırarak halkın ayırt edilmeden eğitim alabilme hakkı kazanmasına ve okulları doldurmasına büyük önem vermiştir. Atatürk bilimin Türk gencinin tek kılavuzu ve yol göstericisi olması gerektiğini defaatle savunmuştur. Onuncu Yıl Nutkunda bunu şöyle ifade etmiştir: “…Türk milletinin yürümekte olduğu medeniyet ve ilerleme yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir…”   Atatürk’e göre çağdaş olabilmek bilim ve aklı rehber edinme yoluyla mümkündür : “…Milletimizin siyasi, içtimai hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimizi ilim ve fen olacaktır…” Burada karşımıza Atatürk tarafından uygulanan çok önemli bir kanun çıkmaktadır: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) bu kanun eğitimin ulusal bir hale getirilerek birleştirilmesi ve farkları ortadan kaldırarak fırsat eşitliğini öne çıkarmaktadır. Böylelikle eğitim farklı profil ve şahsiyetlerde insanları yetiştirebilen laik, ulusal, deney esasını alan ve karma bir vaziyet almıştır. Bu uygulama daha öncede bahsettiğim Arap harflerinin kaldırılmasının da esasını oluşturmaktadır. Atatürk dogma olmayan sadece bilimsel düşünceye önem veren, farklılıkları hoşgörü ile karşılayan ve aklı rehber edinen laik bir toplum oluşturmayı hedeflemiştir.

Atatürk’ün Üniversitelere Bakışı

Atatürk eğitim üzerine belirlediği esasları aynen üniversiteler üzerine de belirlemiş ve üniversiteleri ülkenin kalkınması ve bilimi rehber alarak gelişme için önemli bir yere koymuştur. “…Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalâa ederek; garp bölgesi için İstanbul Üniversitesi’nde başlanmış bulunan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir…” ifadelerinden anlaşıldığı gibi kendisi eğitimin her kademesinde Türkiye’nin her karışında şarktan garba kadar yaygınlaşmasının gerekliliğini vurgulamıştır.

Atatürk Osmanlı’nın sanayileşme ve eğitimde yaptığı hatalar da olduğu gibi eğitimi İstanbul ve çevresinde asla düşünmemiştir buna karşın Türkiye’nin her bir gencine ulaşıp en laik, modern ve bilimsel eğitimi vermenin lüzumuna inanmıştır. Atatürk, cumhuriyeti kurduktan sonra yurtdışına yetenekli öğrencileri göndererek “üniversite reformu” için hazırlık yapmaya başlamıştır. 1927-1928 eğitim döneminde 42, 1928-1929 eğitim döneminde 170 ve 1929- 1930 eğitim döneminde de 288 öğrenci yurtdışına gönderilmiştir. Yurtdışına gönderilen öğrenciler yetiştikten sonra üniversite reformu başlamıştır.

Hasan Rıza Soyak anılarında, Atatürk’ün 1930 yılında; “…Yurdun içinde ve dışında tahsilde yahut stajda bulunan çocukların yetişip, birbiri ardından işe atılacakları günlerde yaklaşıyor. Bu itibarla adamsızlık yüzünden çektiğimiz sıkıntıların hafiflemeye başlayacağı zamanın uzakta olmadığına inanabiliriz…” dediğini belirtmiştir.

1933’te Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen “Üniversite Reformu”, Cumhuriyet dönemi Türk yükseköğretiminde bir dönüm noktasıdır. 1933 de, “Üniversite Reformu” yapılmış ve 2252 sayılı yasa ile İstanbul Darülfünun kaldırılıp, yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Üniversite sözcüğü ülkemizde ilk kez 1933 yılında yapılan hukuksal düzenlemeyle birlikte kullanılmıştır. İstanbul Darülfünunun öğretim elemanları tasfiyeye tabi tutulmuş, Almanya’dan Nazi baskısından kaçan çok sayıda Musevi asıllı profesör üniversitede istihdam edilmiştir. (Erdem,2014;)

Kaynaklar

  1. Erdem, A. R. & Atatürk, M. K. (2012). ATATÜRK’ÜN LİDERLİĞİNDE ÜNİVERSİTE REFORMU: YÜKSEKÖĞRETİM ve BİLİM TARİHİMİZDE DÖNÜM NOKTASI . Belgi Dergisi , (4) , 376-388 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/belgi/issue/35040/388719
  2. Sinanoğlu, O. (2007) Atatürk ve Türk bilim dili, Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi, 64 (1), 1-5
  3. Erdem, A. R. (2012) Atatürk’ün liderliğinde üniversite reformu: Yükseköğretim ve bilim tarihimizde dönüm noktası, Belgi Dergisi, 1 (4), 376-388
  4. Erdem, A. R.(2011) Atatürk’ün eğitim liderliğinin başarısı: Türk Eğitim Devrimi, Belgi Dergisi, 1 (2), 163-181
  5. Sönmez, S. (2002) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitim felsefesi, amacı ve politikası, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 9 (19), 305-330
  6. Ortaylı, İ. (2018) gazi mustafa kemal atatürk, Kronik Kitap