Osmanlı Devleti son yıllarını yaşıyordu. Yüzyıllarca dünyaya hükmetmiş büyük komutanları dize getiren şanlı devletin son yılları yaklaşmıştı. Koca çınar yıkılmaya başlıyordu. Üst üste kaybedilen savaşlar, imzalanan ağır antlaşmalar bu süreci hızlandırıyordu. Silah ve teknoloji konusundan Osmanlı Devletinden üstün olan itilaf devletleri boğaza dayamıştı. İstanbul’u ele geçirip sömürgelerine katmak istiyorlardı.

Üst üste girilen savaşlar sonucu Türk milleti yorgun düşmüş ama cepheyi bırakmamakta ısrar ediyorlardı. Boğazı geçmeyi çalışan ağır silahlı savaş gemileri kıyıları bombardımana uğratıyordu kan gövdeyi götürüyordu cephedeki son Mehmetçik şehit olana kadar çatışma bitmiyordu geri adım atmak yoktu.  Eldeki tüm imkânlarla gemilere top atışı devam ediyordu.

Boğazı geçebileceğinden emin olan donanma son hız İstanbul’a doğru ilerliyordu ama bir bir donanma gemileri boğazın derin soğuk sularına gömülüyordu. Geri çekilmek zorunda kalan donanma bu sefer Gelibolu’yu karadan kuşatmak için hazırlandı.

Mehmetçik düşmana geçit vermiyor düşman karaya ayak basamıyordu. Canını hiçe sayan on binler Çanakkale’ye akın ediyordu. Yaşlısı, genci, öğrencisi herkes cepheye gidiyor liseler mezun veremiyor analar kınalı kuzularını düşman pençelerine yolluyorlardı geri gelemeyeceklerini bile bile.

Tarih bir liderin doğuşuna tanıklık ediyor. Atatürk’ün tarih yazmasını izliyordu. Türk askeri göğüs göğüse savaşıyor, kanıyla, canıyla çarpışıp düşmanı bertaraf ediyor. Mustafa Kemal’in ışığı parlıyor, Türk milleti savaşçı kimliğini tekrardan kazanıyor, karanlık bir geceden aydınlık bir sabaha uyanıyordu. 

Boğazından geçen bir lokma kuru ekmeğe razı olmuş, bir tas sıcak yemeğin kokusunu bile hatırlamayan, bir yudum suya hasret askerlerin iç sesidir Çanakkale. Tüm yokluklara, tüm imkânsızlıklara rağmen, düşmanın modern silahlarına göğsünü siper etmiş kahramanların imkânsızlıkların hikâyesidir Çanakkale.